Friday, December 09, 2011

dengeli beslenme

gecen gun

sabah: ispanakli corek, domates, cay, kurabiye, cay
oglen: sabah yediklerimden dolayi hicbir sey
aksam: dondurma

dun

sabah: soguk krep (2)
oglen: hmm soda?
aksam: kurabiye ve dondurma

bugun

sabah: soda
oglen: yemedim
aksam: dondurma, krep ve annemin yaptigi ici maydonoz ve peynirli yufkamsi seyden (5) + cay


goruldugu uzere dengeli beslenmede bir cigir acmis degilim; ahval ve serait bu yazinin basligiyla tam bir tezat olusturuyor. peki bu neden boyle? disari ciktigimda bir suru yemek yiyen ben, neden evde bir findik faresine donusuyorum ve isitilmasi gereken yemekleri isitmadan ucundan yiyor, karnim cok acikirsa kurabiye kemiriyorum? bunun yalniz yasamakla bir ilgisi oldugundan suphelenmeye basladim. kac senedir (arada kesintiye ugramis da olsa) yalniz yasayan biri olarak bunu yeni anlar gibi olmam gercekten *genius*. ama gelin itiraf edelim: yalnizken sofra kurmak, hatta tabak cikartmak bile sikici. yemeklerin tadi da sogukken de cok farkli degil zaten, degil mi? onun disinda, birileri bana yemek saati oldugunu hatirlatmazsa ya da ben o sirada disarida bir takim restoran ve cafe'leri gorebildigim bir alanda degilsem, aciktigimi da pek anlamiyorum. datli maya'nin tohumlu kurabiyeleriyle bazen koca bir gunu geciriyor, bazen bir kutu cikolatayla ayakta duruyorum. ama bunlar hep son dakika kurtarma calismalari, gunler var ki, bir yemegi planlayip yemedim (disaridakiler haric.) bir de sanirim anlasilacagi uzere, basbayagi karbonhidrat rejimi uyguluyorum ki her seyin rejimi var, bunun yok dolayisiyla cok saglikli olmasa gerek? en aciklisini sona biraktim: tum bunlar olurken aslinda EVDE YEMEK VAR.

buna bir cozum bulunabilecek mi? bakalim kahramanimizi ilerleyen bolumlerde ne gibi maceralar bekliyor?





Sunday, December 04, 2011

neighbours a.k.a. komsular

bir an boyle baslayinca sanki avustralya'nin gururu neighbours dizisinden bahsedecek misim gibi olmadi mi? ama tabii ki hayir, kaldi ki diziden de anca kylie minogue'u hatirliyorum. konumuz bildigimiz komsularimiz. karsiki komsu, ust kat komsusu, en alttaki gencler falan gibi.

cihangir'deki ikinci evime tasindigimdan beri bir komsuluk muessesesiyle muhatap olmus durumdayim. bundan onceki evde her katta bir daire vardi ve ust kattaki komsunun kopeginin ayak citcitcitcitlarindan ve sahipleri olmadiginda non-stop ulumasindan baska bir sey pek duymuyorduk. hafif magarasal bir ortamdi ev ses acisindan.

ne zamanki (eylul'de) daha klasik bir cihangir setting'ine sahip bu yeni eve tasindim, o zaman komsu kavramiyla tanistim (burada senelerdir yurt disinda oldugum goz onunde bulundurulsun).


karsi komsu(lar): cekirdek aile: anne, cocuk ve evin reyisi babadan murekkep. baba rolundeki eleman ayni zamanda toprak sahibi oldugundan hem apartmanda birden fazla (sanirim uc?) dairesi var, hem de apartmanla ilgili her turlu mevzuda ona danisiyoruz. dolayisiyla kendisi ve ailesi (daha cok ailesi, okumaya devam) komsular listemde hakettigi kadar buyuk yere sahip. evli, bir cocuk babasi. dunyanin en simarik 4 yasindaki kizi dolayisiyla benim karsi dairemde oturuyor. gunun 12 saati ya ciglik atan, ya avaz avaz sarki soyleyen, ya bir kelimeye takilip onu defalarca tekrarlayan ya da uluma-bogurme arasi sesler cikararak tepinen bir y u m u r c a k. eskalini de belirledim; bir gun yalniz yakalasam korkutmayi, olmadi celme takmayi dusunuyorum ama henuz mumkun olmadi. hayatimda ilk duvara vurup "eeeyh yeter be" dememe sebep olmus insan bu kucuk 4 yasindaki bebe iste. bitmedi! bu ailenin babaannesi olan sahis da bu uc kisilik cekirdek ailenin hemen ust katinda oturuyor. let the good times roll. oncelikle geline sabir dileklerimle, zira babaanne her allahin gunu asagi katta, genellikle de bu 4 yasindaki iblisin yavrusu ile ugrasiyor oluyor. yumurta kartonu gecirgenligindeki duvarlardan nasil cocuk yetistirilmeyecegi derslerini sayesinde her gun alma firsatim oldu. bir sesini iyice tize cikararak (teyze tizi) avaz avaz bagiriyor, bir o da tepiniyor, sonra isyan ediyor, en sonunda dayanamayip cocugun istedigini yapiyor. ertesi gun ayni loop tekrar; cunku kucuk iblis yeterince cingar cikarirsa istedigini elde etmeyi ogrendi. alinacak ders: cocuk yetistirmeyi bilmiyorsaniz, cocuk yapmayin. mersi.

son gunlerde (ki anlasilmaz degil) bu tantanaya gelin-kaynana kavgalari da eklendi ki tabii evin babasi (sanirim benden kucuk) civarda yokken yapiliyor. gecen gun cok heyecanli bir tanesine sahit oldum, iki yetiskinin tepinmesi, bir seylere vurmasi, kapilari carpmasi, teyze tizi vs. daha genc kadin tizi gibi parametreler mevcuttu. tam neyle ilgili oldugu da anlasilamadigi icin aslinda tadi biraz kaciyor. yani tek duydugunuz arada tizlesen arada bogulan ciglik, birtakim anlasilmaz hakaretler ve bir suru gurultu. demem o ki, biraz daha komsulari dusunseler, en azindan popcorn yerken dinler, turk acik oturum programi yakalarim (live).

iyi haber: karsi komsu kizinin anaokuluna baslamasi gerektigine sanirim sonunda ikna oldu. gunduzleri pek ses cikmiyor. bunun tek aciklamasi kizin evde olmamasi olabilir. (ya da oldurup sanatcilar parkina gomduler. -tasteless, I know)

yan apartmandaki duvari bana bitisik cift: iste aradiginiz her sey bunlarda: ask, nefret, ihtiras! sik sik kavga ediyorlar; bir iki kere "polisi mi arasam?" diye dusundurecek boyutlara ulastigi oldu. en sevdigim kisimlari, kadinin BANA BAGIRMA BANA BAGIRMA diye avazi ciktigi kadar bagirdigi sekanslar. adam genelde bir seylere vuruyor. bazen karsilikli esya attiklari oluyor, gecen gun sanirim biri duvarda patladi, sonra arkasindan gelen sessizlikti beni urkuten. acaba ayni anda kafalarina bir sey gecirip ikisi de oldu mu diye endiselendim. bir sure sonra kendilerine geldiler ve biraz daha alcak bir tondan kavga devam etti de rahatladim.

en alt kattaki komsu(lar?): bir veya iki genc erkegin kiraladigi, bahceye acilan daire. onlarin herhangi bir sesi bana ulasmiyor. gecenlerde bir kapida kalma tesadufu vesilesi ile tanistik o kadar. ama burada yer almayi hak ettiler cunku KOMSUYUZ.

karsi apartmandaki en ust dairedeki abi: sanirim yonetmen bu. ya da ben kendisini oyle yaftaladim. ne zaman sokak tarafindaki camdan bakiyor olsam adam camdan bakiyor oluyor. uzun sacli, gozluklu. gozlemci bir kisiligi olduguna kanaat getirdim. herhalde her gordugumde orada olmasi bir tesaduf olamaz. (bir de sanirim iyi manzarasi var)


karsi caprazdaki bakkal: mahallenin sevgilisi, her turlu gerekli gereksiz malzeme: merdiven, tornavida, levye, koli bandi vb. karsilayicisi. bir de bana gelen buyuk paketleri (mesela amazon) teslim aliyor. yani, aliyormus. ben bunu amazon'dan siparislerim hala gelmedi of gumruge mi takildi diye dertlenirken, bir gun bana ziyarete gelen ve bakkala ugramis annem sayesinde ogrendim. hanfendi sizin kiziniz galiba, bunlar ona gelmis diye vermis anneme amazon siparislerini. yani kendisi ayni zamanda part-time lokal posta kutusu.  havalar iyiyken sabahin korunde bir diger arkadasiyla dukkanin onunde, tam benim yatak penceremin onune denk gelen yere mevzilenip, o gunku siyasi meseleleri ve futbol gundemini tartisma izdirabi neyse ki havalarin sogumasi ile tatile girdi.

mahallenin merakli teyzesi: mahalle varsa, teyze var. burasi cihangir, bohem olur oranin havalari, sanat sepet tayfasindan gerisi oturmaz diye dusunmeyin. buranin eski sakinleri de hala aralarda gentrification'dan kacmis yasamaya devam ediyorlar. teyze, gercek bir teyze. sokaga acilan camina yerlestirdigi bir minderi ve her sabah o minderin ustune memelerini yerlestirerek basladigi bir mesaisi var. mahallenin muhtari da bir baska teyze mesela, ama bence bizim sokaginkine de en azindan bir merchandise yahut fahri konsolosluk versinler. epey erken saatlerde basladigi mesaisini (belki de ogle uykusu arasi alarak) gecenin gec, hatta haftasonlari sabahin erken saatlerine kadar surduruyor. bircok kere cok gec saatte eve donerken kendisinin tasvip etmeyen bakislarina maruz kaldim. basilisk gibi. ama sokakta eskaza bir olay olsa, iste bu teyzenin tanikligi sayesinde sip diye cozulur diye tahmin ediyorum. belki de sokaga mobese kamera koyacak yer bulamamis, teyzeyi maasa baglamislardir.

simdilik eyyorlamam bu kadar. bir baska blog post'a dek esen kalin.

Saturday, October 29, 2011

bugun benim dogumgunum

bugun degil aslinda. ama insan bu basliga karsi koyamiyor; teoman'in sarkisi da guzeldi (gecen fizy'de dinlemeye calistim, onun yerine kadinim cikti, kapatmadan evvel 30 saniyesine maruz kalip 30 m. dalisa gectim). velhasil, bugun cumartesi ve artik bu aksam dogumgunumu kutlamak icin kutlu dogum haftasi cercevesinde son sansim gibi gorunuyor. o zaman onwards and forwards. elimizde ne varsa ortaya koyacagiz (cok yok).

simdi dogruya dogru, esas dogumgunum, tahmin ediyorum ki 33 senelik kariyerimin en kaybedenler kulubu dogumgunuydu. aylar oncesinde "x, y, z" diye parametrelerle (diyelim) siraladigim dileklerden -tanri varsa ve dinlemis idiyse tuhaf espri anlayisina veriyorum, thanks old boy- sadece x ekseninde gerceklesti. boyle olunca butun denklem birbirine giriyor. neticesi: "hic yoktan iyidir"den ziyade "hay aminakoyim ben boyle isin."

daha mutlu bir dogumgunumden. ben zannettiginiz beni tutan annem. solda: sardunyalar. hep sardunyalar.


kisisel dramimi uzatacak degilim; zaten persembenin gelisi carsambadan, pazartesinin gelisi pazardan belli olmustu. 23 ekim gunu van depremi haberiyle sarsildik. en azindan bir kismimiz sarsildi. diger bir kismimiz halaya cikti; "7.4 yetmedi mi?" soyleminin kemalist versiyonuyla bir sure eglestiler. neticede, en azindan benim genis cevremde, mahalle baskisi etkin olmus olacak ki, sesler kesildi. ama o mideme yumruk yemisim hissini unutmam mumkun degil. birer sehir efsanesi olduguna kendimi inandirdigim yardim kolilerinden tas, bayraga sarili sopa gibi seylerin ciktigi haberlerinin gercek oldugunu ogrenmemle basim hepten dustu. aylar oncesinden girdigim kutlu dogum haftasi (cok orijinal) zevzekligi yurt capinda kriz trajedisine donustu. ve iste bu seneyi de boyle yemistik. derdim, "dogumgunum ziyan zebil oldu"dan ziyade bundan sonraki her dogumgunumde oyle veya boyle bu korkunc haberleri hatirlayacak oldugum gercegi. fil gibi de hafizam var anasini satayim.

33'u bitirip 34'in ilk gunlerini yasarken hissettiklerim kendimden cok simdiye kadar sadece haritada gordugum, fotograflardan bildigim bir sehirle ilgili. bir de van kedileri ve kucukken haritaya dogru yere cizmeye calistigim ama seklini hala hafizamda net olarak cikarabildigim van golu ile. ileride kismetse van'i yine kedileri ve goluyle hatirlayabilmek dilegiyle.

"and if good fortune never comes, here's to whatever comes!"

Friday, October 14, 2011

Poppies in October

Even the sun-clouds this morning cannot manage such skirts.
Nor the woman in the ambulance
Whose red heart blooms through her coat so astoundingly --

A gift, a love gift
Utterly unasked for
By a sky

Palely and flamily
Igniting its carbon monoxides, by eyes
Dulled to a halt under bowlers.

O my God, what am I
That these late mouths should cry open
In a forest of frost, in a dawn of cornflowers.

Sylvia Plath, 1962

annem senelerdir dogumgunlerimde gelincikli bir kart atar (ya da simdilerde verir).

Thursday, September 15, 2011

annus horribilis

ortodoks kilisesi gibi, eylul ayinin baslamasiyla (trivia: kilise takvimi 1 eylul'de baslar) kendimi yeni bir seneye baslar hissediyorum. senelerin profesyonel ogrenciliginin getirisi: eylul-ekim demek yeni ogrenim senesi demek. gecen gun bahsettigim o pazar gunu kilikli agustos bitince, insana pazartesiyi (ama isin dogrusu bazen de nedense cumayi?) hatirlatan eylul'un zamani. iste o zaman geriye donup seneye retrospektif bakislar atiyorsun. bazi high -ya da low- lightlar:


- gecen sene tam bu donemlerde yeni basladigim pozisyonda basindan beri turlu sikintilar cektim; gerek yukseklisans kismi, gerekse asistanlik gorevleri olsun. danisman/patronla cinnete suruklenmeye sinirsel olarak artan astim eklenince yenilmis sayildik. (-)

- yeni tasindigim ev ocak-subat gibi eskidi. kacasi oldum. nisan ayi gibiydi kalici olarak kactim. (-)

- subat-temmuz arasi gorece parlak bir doneme imza atmis gibi gorunsem de, buyuk oranda ev kadinligi rolunun getirdigi sikintiyi goz ardi edemeyiz. ustelik her cikisin bir inisi oldugu gibi bu da bilinen sekilde neticelendi. cok da cikmamistim aslinda. (-)
clueless in bodrum. countdown to ext: 1 day.

- epik proporsiyonlarda kotu bir yaz tatili. iyi basladi (bu yaz saglam gezi yapti) ama ani viraji alamayarak bodrum'da duvara cakti. (buyuk -)

- saglik durumu hala remisyonda, kritik iki seneyi de doldurmus olmaktan dolayi buyuk bir arti. ama bildiginizin aksine saglam vucut illa ki saglam kafayi getirmiyor. bu durumda (±) (ingilizce ogretmenlerinin sevdigi bir puanlama: yarim arti).






turkiye gundemine girmek, bahsetmek dahi istemedim. bir gunluk gundemin (mesela bugunku) bile oglene dogru insani migren atagina sokabilecek kadar korkunc olmasi hasebiyle, bu sene de cennet vatanda herhangi bir iyilesme gorulmedigi gibi, her turlu rezillik yine arka arkaya yasandi. turkiye'ye her sene annus horribilis. basquiat'yi anarak: SAMO.

bu noktaya gelmeme su kadar kaldi. bakin su >--< kadar.
sene sonlarinda soylenen "iyisiyle, kotusuyle" klisesini kullanirsak, acikcasi, kac puan artidayiz, ne kadar eksideyiz (gerek bireyler [ben] gerekse tuzel kisilikler [siz hepiniz]) tam hesaplayamiyorum. beseri bilimlerde her eksinin-artinin degeri ayni degil. o yuzden bunu gecelim. benim sorum su: bu her sene tekrarlanan ve bir onceki seneyi (her zaman degil tabii ama aziz dostum alfi'nin dedigi gibi "1997'den sonrasi hep downhill hocu") aratan annus horribilis son dakikalarinda muthis bir vucut calimiyla annus mirabilis'e donusecek mi? yoksa bunun icin takvim senesini yahut tanrilar tarafindan henuz kesinlestirilmemis/benim haberim olmayan/kaos kelebeginin durumuna bagli bir zamani mi bekleyecegim?



kestane kebap, acele cevap.

Wednesday, September 14, 2011

teknolojiyle imtihan, take umpteenth

 bunalima girip sac kestirmenin, boyatmanin, alisveris yapmanin teknolojik bir karsiligi oldugunu dusundum bugun. o da herhalde desktop duzenlemek, arkaplan degistirmek, yetmemesi, bir suru dosya silmek, sonra dosyalari yeniden duzenlemek, duzenlerken birkac tane daha silmek, kalanlari bastan duzenlemek... sonra bir bakmissin 13.3 inch'lik bir ekranin onunde butun bir gun gecmis. uc dakikada bir obsesif bir sekilde e-mail kontrol etmeyi, bir kosu twitter'a, oradan rss feed'lere bakmayi saymiyorum bile. eskiden telesekretere mesaj geldi mi diye kontrol ettigimiz bir donem vardi -ya da benim yoktu pek, o kadar eskiye gitsem gitsem o siralar amiga oynuyordum. simdi hepimiz alabildigine connected'iz -nokia'nin ruyasi gercek oldu- kim mesajini okumus olmasina ragmen cevap vermeye tenezzul etmemis sak diye goruyorsun mesela. bir zamanlar, turlu aplikasyonlari gectim, sms read receipt'lerin bile olmadigi gunlerde herhalde daha naif bir dunyamiz, daha rahat kafalarimiz vardi.


aklima "azicik asim, kaygisiz basim" atasozunun gelmesiyle, bir an iphone'u emekliye ayirip annemin kenara attigi, kullanim alani telefonla konusmaya ve sms gondermeyle sinirli nokia'sina coksem mi diye dusundum. sonra hemen her seyin fotografini cekip belgeledigim gercegi aklima geldi. bir instagram, bir hipstamatic ve leme ugruna kafa rahatligindan feragat ettim. hem smart phone'larimiz olmasa metroda halimiz nice olur?

Monday, September 05, 2011

agustos

eylul ayina yeni girdigimiz su gunlerde agustos'a dair yazi. ama retrospect boyle bir sey degil mi?


sevimli olmaya calisan agustos. yemezler
agustos'u nedense hic sevemedim.

kendisine dair bildigim tek guzel sey annemin dogumgunu olmasi; o da butun agustos'u degil,
sonlarinda bir gunu dolduruyor. agustos'ta basima hep bir isler geldi. kansersiniz dediler: agustos. ameliyat oldum: agustos. anneme gelmis gecmis en muhtesem dogumgunu hediyesini bir agustos gunu lokal anesteziyle belimden ilik sokerlerken uluyarak verdim; kadincagiz operasyonun yapildigi odanin kapisinda bayginlik geciriyordu. daha eski bir agustos sabaha karsisiydi, depremle uyandik. senelerce istanbul'a geldigim tatillerde rahat uyku uyuyamadim, tatillerde iki hafta kaldim kactim.

bu agustos da, esyanin dogasi geregi olsa gerek, bekleneni verdi (ya da beklenmeyeni). bu ayda bir pazar gunu hissi var; haftanin sonuna geldik/yazin sonuna geldik, simdi onune gecilemeyecek olani bekliyoruz: hafta bitecek/yaz bitecek. illa bir suru sey de bitecek; bolum sonu canavari cikacak -agustos hemen hemen hic sektirmeden basima turlu isler acmistir, acmaya da devam ediyor. o berbat pazar gunu hissini de atamiyorum, agustos'ta every day is like sunday: tuhaf bir beklenti, bitse de gitsek havasi. eylul gelince rahatliyorum. eylul'le nerede oldugunu biliyorsun, ayaklari yere basan bir ay. belli ki bir suru baslangic olacak; sezon aciliyor, is, guc, okul, sehre donusler. o berbat araf hissinden kurtuluyorsun en azindan; agustos ise bildigin omur torpusu.

bittigin iyi oldu. seneye gorusuruz. but not if I see you first!


Thursday, July 21, 2011

well hel-lo Istanbul

istanbul'a bir sali sabaha karsisi donduk. 4 (AM) civari inen ucak, 5 civari eve varis, benim o saatte amsterdam'dan topladigim buzdolabi magnetlerini yerlestirmemin ve haiku fridge magnet kitiyle iki dakikada sahane bir esere imza atmamin akabinde 5.30 gibi uyku. sonra tabii sali aksamustu uyanis ve getirdigi sali-gununun-engellenemez-kaybi. donus ucaginda bu sefer panige yakinsayan derecelerde korktugum icin de xanax'a ucus esnasinda (neredeyse beyhude) bir asiri yuklenme ve netice: say ki sadece uc gundur dersaadet'teyiz. donus yolundan unutulmaz enstantaneler: "sayin steward, bu ucak cok sallaniyor, NORMAL MI?!"

(tifil steward ise dedi ki: "yoo bana gore normal gidiyor." gercekten icime su serptin tifil steward. panik atakla bas etme egitimi almis ucus personeli istiyoruz.)

peki ya amsterdam? amsterdam'in limanlarinda sarhos olmus, amsterdam fahiselerine bagira cagira sarkilar soyleyen denizcilere rastlamadik (bkz: bir onceki amsterdam konulu yazi). neye rastladik? 13-16 C arasi degisen sicaklikta hala sortla, hala flip-flopla gezen, yagmur altinda bisiklete binerken bir elinde semsiyesini tutan, diger eliyle telefonda konusan viking torunlariyla muserref olduk. akay olduk. amsterdam en buyuk kazigini hava muhalefeti ile atti: ilk gun gunesli, ikinci gun gunesliye yakin ve fakat ucuncu gunle gelen soguk hava dalgasi ve yer yer firtina ve saganak yagislar belimizi buktu. "amsterdam'i dort gunde siki bir programla gezeriz, diger gunlerde de delft olsun, antwerp olsun, den haag olsun civar sehirlere ugrariz kara gozlum" planlari -kelimenin tam anlamiyla- suya dustu. yanlis olmasin, amsterdam dokuz gunu de sikilmadan gecirebileceginiz bir guzel sehir. temmuz ayindan beklemediginiz bir soguga ve yagmura yakalanmadiginiz zamanlarda meydandan meydana (plein), kanaldan kanala (gracht), kopruden kopruye (bunu bilmiyormusum), gunde sekiz saat bile otura kalka yurunebilir; her turlu muze, sokak, yoreye ozge dukkan, sergi, vs. gezilebilir.

favori bolge ve mekanlarim sunlar oldu:
- spui: american bookstore, waterstones gibi bence muhim iki elementi barindiriyor. ayrica spui meydani pek sevimli bir mahalle havasinda ve civarindaki tematik dukkanlar sahane. kalbim, damga, muhur, murekkep ve benzeri kirtasiye satan dukkanda kaldi.
- de negen straatjes (dokuz kucuk sokak - 9 streets): amsterdam'in hip ve stil kalbi burada atiyor. bunu specialty butiklerden, onerdikleri fiyatlardan ve baska hicbir yerde denk gelemeyecegimiz designer paraphernalia'dan anlayabiliyoruz. tamamen ustunuze gore jean'ler ureten bir dukkan mesela. ya da hollanda ve cevre ulkelerin genc tasarimcilarinin islerini sunan bir magaza. sevgili turk paramiz, euro karsisinda yerlerde surundugunden, bunlarin cogunda window shopping yapmakla yetindik (kafayi kirip bir amsterdam designer'inin sahane cizmelerini aldim ama. gazi veren yetkili bir abiydi.)
- jordaan: amsterdam'in eski yerlesim bolgesi. simdi gordugum kadariyla galata-tepebasi, belki ucundan cihangir tarzi bir bohemligi var ama cok daha residential ve yer yer amsterdam'da alistigim estetige hayli ters dusen binalar mevcut.
- leidseplein ve leidsestraat: burasi favoriden ziyade bir nevi kaderimizdi. HQ'muzdu. 1 numarali tram leidseplein ve akabinde leidsetraat uzerindeki diger royal plein'ler uzerinde duruyor; cogu gezintimize buradan basladik -hatta kimi zaman yagmuru ve sogugu yiyince buradan tipis tipis eve donduk.
- concertgebouw: konser binasi demekmis. gayet utilitarian. cok hos bir yaz konseri programinda ravel, prokofiev ve dvorak dinleyip "ee mon cher, muzik ruhun gidasi tabiiy" diyerek ciktik. tabii bunun ustune yemek falan yememize de gerek kalmadi.
- vondelpark: once bazi seyleri acikliga kavusturalim: evet, bir central park (ya da alex) degil. ama gene de cok guzel -ustelik kurulus hikayesinin de central park'tan geri kalir bir yani yok (merak ediyorsaniz acin okuyun). hava aniden 10 derece dusmeseydi, suphesiz ki vondelpark'ta bizi sahane saatler, canli renkler, ofori ve benzeri hal ve durumlar bekliyordu. onun yerine epey yakinimizda kendi versiyonu bir tai-chi yapan amcayi izleyerek ve inatla usumeyecegimiz bir an gelecegini umarak bir sure eziyete yakinsayan vakit gecirdigimiz vondelpark'in tadini -bu ahval ve seraitte- elbette alamadik. vondelpark'in civarindaki evlerin de insani emlakci gozuyle bakmaya zorladigini not dusmek isterim. bana atina'daki paleo psyhico ve filothei'yi hatirlatan bolgeler.
- hermitage amsterdam: bildiginiz St. Petersburg'daki hermitage'in (kislik saray) amsterdam subesi. cok etkileyici bir rus ikonlari sergisi vardi; bunun disinda erken hristiyan donemden bizans'in son yillarina uzanan bir koleksiyonlari da mevcut. yanlis tram-dogru tram'i bulma ama cok bekleme-firtinayla yagan yagmurda sucuk gibi islanma gibi sikintilari atlattiysak da, gezecek vaktimiz hayli azalmisti. elimizden geleni yaptik. bir daha amsterdam'a gidersem ilk gidecegim muze burasi olacak diye dusunuyorum. sadece koleksiyon olarak degil, muzecilik anlayisi ve sunumuyla da goz dolduruyor. belli ki buraya cok para akmis.
- museum van loon: burasi bir 17. yy zengin kanal evi (konagi). bir onceki yuzyilda yapilmis olmasina ragmen, cogu dekoratif element 18. yy'dan kalma. 17. yy'dan neredeyse gunumuze, zengin, ust-orta sinif, ticaret kokenli bir burjuva ailenin yasamindan kesitler gormek icin muthis bir firsat. ustelik ev, gercekten de muzeden ziyade ev havasinda. boyle tematik, tek konuya egilen koleksiyon ve sunumlari seviyorsaniz, kacmaz.


minor hayal kirikliklari: rijksmuseum -rembrandt ve vermeer'leri gordu isek de- buyuk oranda restorasyonda oldugu icin cok eksik kaldi. ha keza stedelijk, ki ozellikle benim ezelden beri hastasi oldugum de stijl akiminin nadide orneklerini barindirir, busbutun yeniden yapim asamasinda oldugundan, koleksiyonunun kucuk bir kismini baska bir binada sergiliyordu. tabii biz gidemedik.
hayret edersin ki sevgili okuyucu, red light district'e ugramadigimiz gibi, pek yakinindan dahi gecmedik. amsterdam'in marijuana ve red light district'ten ibaret oldugu sanrisina ezelden beri ayar oluyorum zaten. gorecek o kadar cok sey varken, RL devede kulak gibi kaliyor. vitrinlerde insan sergilenmesi de bana hayli itici ve tatsiz geldiginden (ki bu dusuncemde yalniz degildim) burasi amsterdam'da en ilgilenmedigimiz bolge oldu -dolayisiyla bu yaziyi "ouuff red light'tan ne zaman bahsedecek?" merakiyla okumus olanlardan isbu -kimine gore 4., kimine gore 5.- paragrafta ozur diliyorum.


peki amsterdam'in en guzel yani? hah hah hay, istanbul'a donusu elbette demeyecegim. herhalde o rahat, toleransli atmosferi, enikonu guleryuzlu insani, ozellikle kanal boyu evlerinin sahane mimarisi ve sevimli detaylari, tarihi dokunun buyuk olcude korunmuslugu, dumduz bir sehirde bisiklete gonlunce binebilme luksu, hayli yaygin toplu tasima sistemi, bu kadar kucuk bir sehir icin iddiali sayidaki muzeleri, yesil alanlarin bollugu ve belki simdi aklima gelmeyen daha bircok sey. ama amsterdam iyi yemek konusunda iddiali degil. ortalama hollanda mustagi epey yavan, yagli ve herhangi bir ozelligi olmayan yemeklerden olusuyor. tabii burasi (istanbul gibi degil, gercekten) kozmopolit bir sehir oldugundan, farkli kulturel mutfaklari denemek her zaman mumkun. ama iste bu noktada diger bir hos olmayan ozelligi karsimiza cikiyor: PAHALI. yemek, giyecek, icecek -her sey burada ciddi oranda pahali. evet, bir isvicre degil ama yine de sadece disarida sandvic ve cok komplike olmayan yemekler yiyerek bile, iki kisi gunde minimum 50-60 euro'yu yemege vermek zorunda kalacaktir (yaninizda kumanya, ne bileyim, tenekede fasulye falan goturerek harcamalari kisabilirsiniz tabii)

toparlarsak; aklima amsterdam deyince haldir haldir kislik kiyafet aramamizdan ve surekli "cok soguuuuugkkk" diye ulumamizdan ziyade sakin, sessiz, dozunda hareketli, dozunda huzurlu bir guzel sehirde gecirdigim mutlu anilar geliyor.

bir de ozge'nin muzlu-hindistan cevizli pastasi.

tot ziens, Amsterdam!



Ἡ σονάτα τοῦ σεληνόφωτος

yahut Moonlight Sonata.

cok daha uzun bu eserin ortalarinda bir yerlerinde Ritsos diyor ki:

Τὸ ξέρω πὼς καθένας μοναχὸς πορεύεται στὸν ἔρωτα,
μοναχὸς στὴ δόξα καὶ στὸ θάνατο.
Τὸ ξέρω. Τὸ δοκίμασα. Δὲν ὠφελεῖ.
Ἄφησέ με νἄρθω μαζί σου.

(amme hizmeti translit: to ksero pos kathenas monakhos porevete ston erota, monakhos sti dhoksa ke sto thanato. to ksero. to dokimasa. dhen ofeli. afise me nartho mazi sou.)

I know that each one of us travels to love alone,
alone to faith and to death.
I know it. I’ve tried it. It doesn’t help.
Let me come with you. 

1956 Atina'sinda bir Haziran ayinda, Yannis boyle yazmis.

Saturday, July 09, 2011

that's a bit Rich, coming from you

linkte: snapsots of a daughter-in-law

dun turlu sikintilar icinde buharsiz utuyle imtihanimi yasarken deniz'den bir kuple geldi, paylasmak istiyorum:

Reading while waiting
for the iron to heat,
writing, My Life had stood---a Loaded Gun---

(triplet?) 

adrienne rich, eger boyle yazacaksaniz, vogon poetry girdabinda bogulmadan nasil yazilacaginin dersini veriyor. aldik mi?

amsterdam

linkte jakbrel amsterdam'i soyluyor. peki amsterdam bu kadar chanson cikacak mi? iste bunu tespit etmek uzere yarin amsterdam'a gidiyoruz. amsterdam'la sinirli kalmayacagi planlanan bir benelux (ama daha ziyade BeNe) gezintisi. o zaman gelsin dutch baroque, gitsin old masters, o hai van gogh. kuzey ronesansina da sicak bakiyorum, ha keza gunesli parklarda gecirilecek "bugun hangi gundu?" gunlere de, bisikletle kanal kiyisi gezintilerine de. onerilere acik bir blog postun daha sonuna geldik; kuzeyi kritik ettigimiz bir baska bolumde gorusmek umuduyla.

(jacques'in dislerinin buyuklugu sizi de korkutmuyor mu?)

Friday, July 08, 2011

bir aforizma yahut bir alinti

bugun
evet
bugun...
yeni bir sey deneyecegim
(yenilik...!)
iste boyle yazmayi
bir ayseozyilmazel
bazen biraz yilmazozdil
bir ergen kizin lise edebiyat dergisi coskusu
(uygunundan bir tane de murathan mungan siiri cakabilsem suraya resmi tamamlayacak)
boyle yazinca
...
sanirim cok etkileyici bir seyler
oluyor
hayatimizda
(senin hayatinda... benim hayatimda... biraz daha nokta koyayim gelmisken.................)

[arada kalkip yemegi karistirabiliyorum, nasil olsa bilinc akisi. biraz tuz. biraz enter tusu. biraz daha nokta....]

brian ferry roportajini okudum kalkmisken.
cok guzel kadinlarin
-mesela simarik modellerin-
pesine
dusmeyin demis.
(40 yasindan sonra anlamistir dedi 40 yasindan sonra anlayan bir baskasi)
brian agabey:
simarik model
senin elinin altinda olan
bir
olgu
(dur ne zamandir nokta koymadik.........)
bizim sagimiz
solumuz
(sonra tekrar saga. bazi seyler unutulmuyor: trt trafik egitimi)
calvin klein'in erkek modelleri
victoria'nin sirri melekleri ile
cevrili mi
sanirsin?

yeterince duygusal ve ic paralayici olamadigimi farkettigim icin biraz daha eften puften seylerden bahsetmeliyim onumuzdeki satirlarda.
(kizim enter'i unutma. uzun cumleyi ousterhout da yazar)

utu
utu yapmam gerektigi
hatirlatildi
(oh firsat bu firsat)
sen bana
eskiden
onu yap
bunu yap
demezdin
oysa... simdi?
utu yap ha. utu yap
utu
isitilmis bir demir parcasi:
bagrima basiyorum.
seni
bastigim gibi
(sembolik cinsel gondermeler)
....

hassiktir boyle yazinca beynim bosaliyor tamamen. simdi anladim niye tercih edilen bir stil oldugunu; allahim sen beni kisa cumlelerle imtihan etme yarabbim.
/over and out.

(buraya da siirsel bir alinti. orselenmislige dair bir seyler. yer kalirsa yasanmisliklar)

Tuesday, June 14, 2011

to whom it may concern

sevgili okuyucular, biricik takipciler;

bildiginiz uzere, ben bu blogu sizleri mutlu etmek, gonlunuzu hos tutmak icin yaziyorum. tek istedigim sizin begenileriniz dogrultusunda eserler vermektir. zahmet olmazsa bana e-mail atarak islememi istediginiz konulari, hosunuza giden stili ve cesitli oneri, elestiri ve isteklerinizi bildirirseniz, ben de oradan hareketle sizlere daha iyi hizmet verebilirim.

hahahah haddi len.

bu bir nedir? kisisel blog. gun geliyor faydali olabilecek, yok efendim yunanistan'da cep telefonu aboneligi soyle, taksiler boyle gibi bilgiler geciyorum. zamaninda kemoterapi ve radyoterapi maceralarimi da yazdim; herhalde hayatinda boyle seyler yasamamis (ve yasamayacagini umdugum) insanlar okuyup "aa bu da boyleymis" diye dusunmus, belki verdigim kimi tavsiyeler ise yaramistir. ama su siralarda artik gorece olarak kuculmus olan sahsi dertlerimi, izlenimlerimi yaziyorum; bazen begendigim bir iki sarkiyi, filmi paylasiyorum, su bu. ama yok, bir cihangir lafi edip (bu cihangir de amma gilligisli meseleymis ha. herkes birer disko partizani), saka yollu bohemlikten dem vurunca vurun kahpeye. kemoterapi blues iyiydi de, bu mu kotu? uzulup bozuldugum sanilsin da istemem zira hem konuya kasimpasa civarlarindan bakiyorum hem de sosyolojik bir gozlem gibi bir yandan da. cikarimlar soyle: bir kere anonim olarak istedigimizi diyebiliyoruz, buna hakaret, kufur, intizar -hepsi dahil. ikincisi gorece mutlu, rahat hayati olan herkesin allah belasini versin -gordugum kadariyla konsensus bu. sevgili 9-5 calisan, isinden, hayatindan tiksinmis arkadasim: kusura bakma, bu da benim hayatim. gonul isterdi ki, sen de ofislerde dirsek curutme ama boyleyken boyle. bu kadar sinirlerin oynuyorsa okuma burayi. ben boyle "oraya gittim soyleydi, buradan sikildim ay ne yapsam ki" temali bir seyler karalamaya, belli ki, devam edecegim. orada sayfanin kosesinde bir yerlerde bir unfollow tusu olacakti.

Monday, June 13, 2011

there and back again, kim bilir kacinci take.

makedonya'dan dondum. donduk hatta. epey kalabalik bir grup olarak gitmistik; fire vermedik. makedonya izlenimlerimi bir baska yazida, hatta buyuk ihtimalle diger blogda yazmayi dusunuyorum; burada soyleyecegim sey baska. makedonya, evet, hayli cekilmez, berbat bir yer. oyle tatil icin falan dusunebilecegimiz yorelerden degil. dolayisiyla, istanbullularin cok iyi bildigi bir deyisi bu ulkeye de uyarlamak mumkun: "en guzel yani, turkiye'ye donusu." hal, durum boyle. peki ya bendeki bu geri donmeye bagli kasilma? sanki zevkten zevke kosuyor, konfor icinde yuvarlaniyorduk. iste istanbul: guzel, sahane bir haziran; havasi da, hayret edersin, taptaze. iste ev: konforlu, rahat, merkezi. bir nevi iste kapi iste sapi. ama bir de su, iste pinar: yine rahatsiz, yine huzursuz. ama tatlim, bir omur seyahatle gecmez ki? ustelik orada da banyolari begenmiyor, servise demedigini birakmiyor, havasindan sikayet ediyorsun (ic sesim konusuyor).

quo vadis?
belki de bu aksam istanbul'da bir otelde kalip kendimi aklimatize etmeliyim. sonra onumuzdeki maclara bakariz.

not: bu postun altina da gelip soyle simariksin, boyle bilmemnesin diye siksik edecek arkadas, bosuna etme. evet oyle simarigim, boyle kustahim ve en gicigi ne biliyor musun? istedigimi yapabiliyorum. o zaman pasta yesinler. kib.

Wednesday, May 25, 2011

haymatlos

yine tasindim, o halde yeni bir blog yazisi yazmamam icin hicbir sebep yok. bildiginiz uzere, ben her tasindigimda, her lokasyon degisikliginde ve benzeri aktiviteleri takiben bir blog yazisi yazarim. tebdil-i mekanin cogumuza ferahlik, bana ise buna ek olarak ilham verdigi dogrudur.

simdi soyle: bir evden ciktim (bye bye mashattan, hoscakal rezidans hayati, gule gule under construction koridorlar) ama teknik olarak baska bir yere tasinmadim. bu da beni resmi olarak haymatlos (alm. heimatlos -hala bu sozcukten bihaber kisiler var. 2011'in istanbul'unda!) yapar. en son oxford'da trinity'nin misafir odasinda kalirken bu kadar yersiz yurtsuzdum; bana ne zaman ve hangi odanin verilecegi belli degildi, pazartesi ve cumalari misafir odasinin (dairesinin) salonu ayni zamanda kolej doktorunun bekleme salonuydu ve turlu gripli insan sabahlari ben uyanmadan salonda beklesmeye baslamis oluyordu. tabii, dusununce, simdikine oranla cok daha rahatsiz edici bir duzen. rahatsiz edici demisken, duzenim (or lack thereof) rahatsiz edici falan da degil. sadece turistik. ama ben hep boylesini istememis miydim? biraksalar otelde yasarim diyen, yaptigi is soruldugunda turistim diye cevap veren bir insan bundan rahatsiz olur mu? olmaz. ben de olmuyorum zaten. sadece tasindigimi ama aslinda tasinmadigimi anlattigim bir blog yazisiyla gelenegi devam ettirmek zorundaydim.

with love from cihangir. bu aralar da herkes burada.

Thursday, April 21, 2011

lale devri

istanbul'un her yerinde laleler var. yoldan gecerken arabayi durdurup aradan uc dort lale alsak, eve koysak, buna barbarlik diyebilir miyiz? tabii herkes uc dort lale alsa evine goturse, neticede bir haftada yol kenarlari dimdizlak kalir; kabul. ama ben herkes degilim? kimsenin kendisi icin herkes olmadigi on bilgisiyle hareket edersek bunu istememi kimse hor gormez herhalde. neyse, simdilik yol kenarindaki lalelere dokunmuslugum yok. yolunmus yol kenari laleleri gorurseniz hic bana suc falan atmayin.

derken; gecen gun PARASINI VERIP cicek almis eve gotuturken (bakiniz: temsili resim) kendimi the hours filminde meryl streep'in oynadigi clarissa vaughn gibi hissettim. bu sadece bana olmuyordur umarim -bu derken kastim sadece cicekli the hours sahneleri degil elbette. gun gelir breakfast at tiffany's, devran doner bonnie and clyde (mesela hypothetical cicekleri hypothetically calarken). konsepti filmlerle sinirlandirmayalim (ki, evet, tabii ki the hours'un esasen roman oldugunu da biliyorum, pekitesekkurederim) romanlarla da oluyor. kendimizi anna karenina'da hissedersek ama bazen? o zaman sikinti var ve simdi sergen gelecek.

iste o sahne: clarissa eve cicek goturuyor. ben bu kadar cok almiyorum tabii, kac para o cicekler haberiniz var mi?

velhasil, boyle tuhaf bir sinematiklesme (literaturlesme?) kafasini paylasabildigim esim dostum olsun isterim. es dost olmasa da, tanimadigim siz okuyucu belki. sevgi paylastikca buyur. sanirim nevroz da oyle. woody allen yaniliyor olamaz.




Tuesday, April 19, 2011

bu bir kriz!

eskiden bu, felin, ozgehan ve benden tesekkul grubun, genelde gercekten kriz olmayan, incir cekirdegini doldurmayacak ama boyle bir pseudo-panigin bizi mutlu ettigi durumlarda kullandigi (burada tuzel kisiligimize burundum) bir unlemdi. ornekle aciklayayim: "nee morrissey konseri varmis, biletler satisa suruleli on gun olmus bile! BU BIR KRIZ! ama bu sefer bu gercekten bir kriz. benim krizim. kariyer krizi (krizler, krizlerimiz). isin icine bu sefer en az bes-on parametrenin dahil oldugu bir yas araliginda (30-35) basina geldiginde "yeaa tamam o zaman ben de amerika'ya/yunanistan'a/montevideo'ya gidiyorum" diyemedigimiz turden. yanimda amerikali bir arkadasim olsa "deal with it" derdi. o yuzdendir ki, nicedir amerikalilarla yakin arkadaslik etmiyorum. iste boylesine hesapci bir insanim. konuya tam anlamiyla girmemek icin yaptigim manevralar da dikkatlerden kacmiyor herhalde? tesekkurler dikkatli okuyucu.

peki kriz ne? bundan aylar once, hem de buyuk sevincle karsiladigim fellowship haberini hatirlarsiniz. ya da hatirlamazsiniz, ama bu blogda buna deginmistik. KU'dan fellowship teklifi almis, ooh her ay maasim da gelse seneye zenginim diyerek teklifi elbette (meksika dalgasi esliginde) kabul etmistim. isin icinde arastirma ve ogretim gorevliligi, ee, gorevleri de mevcut idi. boyle gecmis zamanda konusmam yaniltmasin, bunlar hala devam ediyor. ama iste krizin konusuna da burada giris yapiyoruz: daha ne kadar? ve hatta quo vadis?

bileklerimi kesicem! -yapsam boyle yaparim herhalde.


su noktada KU'dan alabildigine sitkim siyrilmis durumda. cesitli sebepleri var, ki burasi nihayetinde halka acik bir mecra oldugundan hepsine girmesem herhalde daha iyi (konusursam yanarsin). peki pinar bu ilk senenin son ayina yaklastigimiz gunlerde -bir klasige donustugu uzere: remember oxford- buradan DA kacarsa ne olacak? ne yapacak? iste bunlar cevaplarini aradigimiz sorular. benim yapmak istediklerimi asagida siralayayim:

  1. giderek bohemlik duzeyi artan hayatimi tam gaz devam ettirebileyim. bu konuda bana finansman saglansin. nereden saglandigi da zerre umrumda degil. mevzubahis elime gececek paraysa, gerisi teferruattir. tabii benim herhangi bir cabam olmayacak bu finansmanin karsilanmasinda. tamamen iyi niyet uzerinden. sponsorlugumu almak isteyenler benimle kontaga gecsin. eski bir arkadasim "benden ayda 1000 tl calisir" dedi. ama yetmez. pamuk eller cebe o zaman beyler ve bayanlar. 
  2. sinema, cafe, sergi, muze, okumak zorunda oldugum icin degil kendi istedigim icin okudugum kitaplarla gececek bahar ve yaz gunleri. belki yeni bir yabanci dile baslamak. ama o da azicik zorlasti mi insanin icini sikiyor. mumkunse bana soz konusu dilin direkt upload edilmesi. diger saydiklarimi kendim yaparim ama.
  3. artik vespa'ma kavusayim. kendimi eksik hissediyorum. 

oha simarik dediginizi duyar gibiyim. ama bu bir kriz. burada varolussal bir sorunu cozumlemeye calisiyoruz (cozmeye calismiyoruz, cozumlemeye calisiyoruz. aradaki farki anlayip anlamamaniz size verecegim puani etkileyecek)

gerek onerilerinizi, gerek yardimlarinizi bekledigimi beyan eder, bir yazinin daha sonuna gelmisken, esenlikler dilerim.

p.s. en yakin arkadasim da amerika'ya tasiniyor. yani nasil boylesine sikintili, boylesine mutsuz, amacsiz ve haksizliga ugramis hissettigimi anlamamaniz icin bir sebep goremiyorum. sozum sana universal! (boyle daha havali oldu, herhalde adres karisip film studyolarina gitmez.)





Thursday, April 14, 2011

yine yeni yeniden

ne olabilir? su olabilir: yerlesik hayata tam olarak da yerlesemedim. su sira iki evli ama biraz da evsiz nomadic bir hayat tarzi surerken bir yandan da ev bakiyorum. cihangir-galata-cukurcuma tam bir seytan ucgeni: cilgin kiralar ve bu fiyatlarla bize sunulan, kimisi kopek baglasam, troll soksam durulmayacak bir takim evler. sevgili ev sahipleri, neden bu kadar zalımsınız? insan bari banyosunu bir elden gecirir. mutfaga curumemis bir dolap takar. verdigimiz para asgari ucretin uc katindan fazla cunku. belki bu blogu okuyan, insafa gelen biri olur. olur mu dersin?

gelismelerle karsinizda olacagim.
durmak yok yola devam.
ajanspress

Thursday, February 17, 2011

apres moi, le deluge

demis louis'lerin onbesincisi; benden sonrasi tufan.

o zaman hep beraber onbesinci louis'yi degil ama regina spektor'u dinleyelim. cok sukur, piyanolu kadin vokal sikintimiz olmuyor.





Tuesday, February 15, 2011

cenaze sekli

oldugumde bana su sekil bir toren yaparsaniz cok memnun olurum. bir azize gibi, bir bodhisattva gibi dileklerinizi yerine getiririm. o kadar rebet'i nereden bulucaz edicez falan gibi bahaneler de istemiyorum; insan kac kere oluyor?

 

 1983 yapimi rembetiko filminden son sahne: marika'ya veda.

(morbid yazi yazmadim, yarin oburgun gitmeyi planlamiyorum. ama aranizda benden genc olanlar var. soz ucar, yazi kalir stayla.)

Monday, February 14, 2011

Persuasion -ikna edebildiklerimizden misiniz?

her kadin bir jane austen karakteri olduguna inanir -duzelteyim: jane austen okuyan her kadin. bu genelde elizabeth bennett olma istegiyle tezahur eden bir durum; cunku niye? cunku mr. darcy gercegi var. her kadinin hayali: mr. darcy! o bir ikon! o bir kus, o bir ucak, hayir o supermen! neyse, darcy'nin hakki darcy'e; sahiden de su gune dek yazilmis tummm roman karakterleri icinde (erkek) herhalde ilk uce rahat oynar.
 
darcy, lizzie'ye puppy dog eyes atarken
 
fakat! bir de gercekler var meine damen und herren (almancam cok iyi) hepimiz bir eliza bennett degiliz. elizabeth de az cekmedi allah icin, ama romanin buyuk bolumunu "hih pis darcy" diyerek geciriyor, wickham'la azicik gonul eglendiriyor, en buyuk uzuntusu "ay kizkardesim nikahsiz londra'da! bittik! tukendik!" tamam DONEMIN SARTLARINDA cok kotu oldugunu kabul ediyorum. tamam "darcy'e cok buyuk haksizlik yaptik" diye dertlenmesini, bir de ustune "oh bu rezaletten sonra hayyyyatta yuzume bakmaz" diye tam asik oldugunun farkina varmisken (son dakkada bir de, akilsiz) kaybinin uzuntusunu anliyorum. ama zaten (spoiler alert! ama su gune kadar pride and prejudice'i okumadiysan zaten ben sana ne diyeyim?) netice: mutlu son. darcy, hakikatli cocukmus. oyle seylere bakmiyor, "a pair of fine eyes" icin, ama daha cok o kivrak zekasi icin, lizzie'yi kapiyor. diger silik kizkardes zaten kitabin basindan kapatmisti saftirik oglani; o isi de hallettik mi gelsin pemberley, gitsin londra'da "season." net soyluyorum: oyle ciddi insan dramasi falan yok pride and prejudice'de -olmasin da zaten. belki de o yuzden hepimizin en sevdigi roman da bu.

(su noktada mansfield park'in bahsini DAHI etmeyecegim. austen'in bence en igrenc karakteri fanny. icime fenaliklar getiriyor. git fanny, senin gibi kizla isimiz olmaz. bir jane eyre degilsin.)

peki emma? emma da az salak degil. ama emma'nin hayati rerorero. son dakikada "ay bi dakka ben megersem knightley'e asik misiiiim" diye bir ruh haline girmisken, hop! knightley evlenme teklifini cakiyor. emma'da eglendirici, ogretici olan, genc bir kizin nasil biraz olgunlastigi, nasil insana benzedigi, zengin ve guzel olunca her seyi yapma hakkimizin olmadigi dersi (hepimiz zengin ve guzeliz ya, bu dersi aldigimiz iyi oldu.) emma'yi seviyorum ama; neseli bir kizcagiz.

emma: neseli bir kizcagiz. ama bir alex degil.

dashwood hemsirelere gelelim. ya bu kizlarin sikintisi? ya bunlarin derdi? marianne zaten donemin romantik roman karakterleri gibi kendini ateslerden, ince hastaliklardan, yataklara doseklere atiyor duruyor. elinor'u sallayan yok. asik oldugu adamin nisanlisi ile gecirilen uzun ve ic bayiltici dakikalar, simarik (ama gencligine veriyorum) kizkardesin kaprisleri ile ugrasmalar. sonra kiz bir de hastalar olsun, oldu mu kaldi mi, onun kosusturmasi -ki 18 yy. sonu, 19. yy. baslari bunlar. atesin cikti mi tak diye oluveriyorsun bazen, sakasi yok. bana en cok, elinor'un "mahalleden" "mrs. ferrars" haberini aldigi, sonra da mutfakta isinin basindayken mr. ferrars'in bunlarin evine ziyarete geldigi sahne koyar. "hellooo, ben asik oldugun adam, her yerde evliligimden bahsediliyor, naber?" neyse o isi bir sayfayla hallediyoruz, meger cocuk evlenmemis de, elinor'dan aflar dilemeye, elini istemeye gelmis. elinor o noktada patliyor ya, iste ben de patliyorum sevgili okuyucu. o yuzden yaninda hep selpak bulundur. (kleenex yazacaktim da, amerikan usagi dersiniz diye hemen kendimi duzelttim.)

elinor'un, edward'in arkasindan bakakaldigi nice sahneden biri. ortamda edward'in nisanlisi var. neyse ki herkes ingiliz.

peki ben bu yaziyi niye yazdim? cunku persuasion'a gelecegim. ve iste gelmistim de. persuasion: anne elliot ve captain wentworth gercegi. persuasion ve oldurucu alintilari. persuasion ve gercek hayat. kaldi ki, persuasion, jane austen'in son tamamlanmis romani. bence en oturmusu, en dingini. en siki karakter cozumlemelerini bulabildigimiz, bir de bath'in nesesini, lyme'in deniz havasini alma bonusu. ama en ice dokunani anne. seneler once wentworth ile nisanini bozmus; wentworth denizlere acilmis, anne, haberlerini navy news'dan (daily news gibi ama diil) takip etmis. kimselere varamamis, frederick'i dusune dusune gelmis tam YIRMIYEDI yasina (ki bu herhalde gunumuzde 36 yasa tekabul eder? -turk oldugum icin iyi hesap yaparim.) baron ve ayni zamanda gerizekali olan babasi ve sinir illeti ablasiyla boynu bukuk yasarken, ekonomi yapmalari, estate'i kiralamalari gerekiyor. ENTER WENTWORTH CONNECTION (ve yaylilar), hatta orhan gencebay'dan: "bana kaderimin bir oyunu mu bu?" bizim artik kaptan olmus frederick'in ablasi ve kocasi, anne'lerin konaga yerlesiyor. anne civarda oldugu icin surekli bir wentworth'la gorusmeler, wentworth'un gozunun onunde musgrove kizkardeslerle flort etmesi. anne'in o bicare olmuslugu. BILEKLERIMI KESICEM!

wentworth, kizkardeslerden biriyle flort halinde. anne'in bakisa dikiz.


simdi sevgili okuyucu, biraz alinti da yapayim da, titre ve kendine gel:

Anne: "All the privilege I claim for my own sex (it is not a very enviable one: you need not covet it), is that of loving longest, when existence or when hope is gone!" (killa)

ilerleyen (ve artik mutlu sona yaklastigimiz bolumlerde ise)

Wentworth: "You pierce my soul. I am half agony, half hope. Tell me not that I am too late, that such precious feelings are gone for ever. I offer myself to you again with a heart even more your own than when you almost broke it, eight and a half years ago. Dare not say that a man forgets sooner than woman, that his love has an earlier death. I have loved none but you. Unjust I may have been, weak and resentful I have been, but never inconstant." (mektubunda)

iste gercek hayat esasen boyle bir sey. eliza bennett'in bir cift guzel gozu degil, emma'nin copcatan nesesi de degil. biraz elinor'la marianne'in gerek sosyo-ekonomik, gerekse romantik drami. ama en cok anne'inki. en cok benimki. tabii ki, tum jane austen guzelliklerinde oldugu gibi, persuasion da, deyim yerindeyse persuasion ile bitiyor: mutlu son yahut sabreden dervis, muradina ermis. yahut amor omnia vincit. yahut neseli ol ki genc kalasin (sonuncuyu sasirtmacli koydum.)

ben mutlu sonlari severim. und du?

simdi gokten dusen uc elmanin hepsini tabagimda istiyorum.